Önce masalı okumak için sayfayı aşağıya kaydırın veya buraya tıklayın.
Demir Hans masalı aslında hepimizin içinde var olan potansiyeli ve yola çıkmaya hazır olan kahramanı hatırlatır. Masaldaki çocuk, bizim yaşantımızda şu anda ilerleyemediğimiz ve kısır döngüye girdiğimiz tarafımızı sembolize eder. İçimizdeki masum çocuk anneye ve babaya bağımlıdır. Kendi kendisinin annesi ve babası olamaz, kendi kararlarını veremez çünkü zaten amacı büyümek değil güvende olmaktır.
Bizler de bu nedenle elimizdeki altın topu sıkı sıkıya tutmaz mıyız? Bu hikayedeki altın top imgesi çocuğun anneden ayrışmasını, ihtiyacı olan güven duygusunu başka bir nesneye yansıttığını ve anne yerine topa bağlandığını imgeler. Kendimizi güvende hissetmek uğruna maddiyata bağlanmamız olarak da yorumlanabilir masaldaki altın top. Örneğin, bir çok insanda anne kompleksi vardır. Anne arketipinin en temel imgelerinden biri ana tanrıçadır. Yani, evrensel anne arketipinin etrafı, çocuğun anneyle olan deneyimlerinden türeyen duygu, düşünce ve davranış patternleriyle örülüdür.
Değişim için yola çıkmak gerekir. Büyümek için risk almak ve hatta hasar almamız gerekir. Elimizde bize koruyucu bir annenin verdiği altın topla oynayarak daha ne kadar vakit geçirebilir, ruhumuzu yansıtmayan işlerle gerçekte kim olduğumuzu ve ne istediğimizi sorgulamadan, kendimizi keşfetme yolculuğuna çıkmadan yaşayabiliriz ki?
Demir Hans masalındaki anne imgesi, çocuğu kötülüklerden koruyan kollayan, bir şekilde hala kendisinden beslenmesini isteyen annedir. Birey olmamız için, içimizde bize engel olan anne ve baba figürlerinin psişik alanımızda sembolik olarak ölmesi gerekir. Yani anne kompleksimizden arınma, kendimizde eksik sandığımız sevgi, ilgi ve onayı kendimize sunmazsak kurban arketipinde yaşarız. Kendi hayatımızın sorumluluğunu alamayız. Kendimize acımaktan ve anne veya babamızı suçlamaktan vazgeçmezsek bilinç seviyemizi yükseltemeyiz. Kendi küllerimizden yeniden doğmak istiyorsak, kendi kendimizin anne ve babası olmalı, kendi kararlarımızı vermekten, adım atmaktan, kendi sınırlarımızı belirlemekten çekinmemeliyiz.
Masalda annenin yastığının altındaki anahtar, kendi öz benliğimize ulaşmamızı sağlayan yol göstericidir. Anahtarı annesinden alan çocuk korksa da büyük bir cesaretle kafesi açar. Ve Sarayı vahşi adam Demir Hans ile terk eder. İşte, bu terk ediş kahramanın yolculuğunu başlatır. Bizler de hedeflerimizi gerçekleştirmek adına bu yolculuğa çıkmak zorundayız. Eğer çıkmazsak içimizdeki potansiyelimizi demir bir kafeste veya Demir Hans’ın yaşadığı balçıkla dolu bir çukurda ölene kadar saklarız.
Bilinç dışımızda bizi tetiklemeyi bekleyen, bizi vahşi bir yolculuğa çıkartacak, bizi erginleştirecek ve birey haline getirecek bir Demir Hans yani bir VAHŞİ vardır. Bu karanlıkta uzun süredir sakladığımız ve görmezden geldiğimiz potansiyelimizi temsil eden vahşi kadın veya erkektir.
Masalda oğlanın vardığı ikinci krallık yaratmaya çalıştığı yeni dünyayı sembolize eder. Bizler de yeni bir dünya yaratmak için eski dünyadan kopmamız gerekir. Bizlerin ilk dünyası anne ve babamızla veya onların yerine geçmiş kişilerle olan dünyamızdır. Anne ve babanın görevi, çocuğun hayata hazırlanmasına aracı olmaktır. Anne ve baba, dişil ve eril prensipleri yani kollektif bilinçten gelen anne ve baba arketiplerini psişelerinde barındırırlar. Ancak, annenin aşırı koruyucu ve kaygılı olması, bireyin kendini gerçekleştirmesine engel olabilir. Bu tür bir anne çocuğun kendinden kopmasını istemez, Yunan mitolojisinde kızı Persephone’den kopamayan, Hades’in kızını kaçırmasının ardından onu arayıp bulamadığı için yağmur yağmasını engelleyen ve dünyada bereketin yok olmasına neden olan Demeter buna örnektir. Tersine, annenin bir nevi gaddar Afrodit gibi olması da, Pysche’yi kendine rakip görerek onu oğlu Eros tarafından Ölüme’e aşık edip kızın benliğini yok etmek istemesinin ardından Pysche’nin kaza sonucu Eros’a aşık olmasıyla genç kızı zorla kendi yolcuğununa çıkmaya zorlar.
Hikayede Demir Hans’ın çocuğa görünmesi, bilinç dışının bilince yükselmesi alamına gelmektedir. Vahşi kadın ve erkek, medeniyetten uzak olan sezgisel yanımızdır. Modern toplumlarda sezgiler bastırılmış, daha çok bizden beklenenlere uyum sağlamış olarak yaşarız. Basit bir tabirle “el alem ne der” kafesine kapatırız kendimize ait olan değerli parçalarımızı. Zihnimizdeki kafesi kırıp dışarı çıkmak elbette kolay değildir. Ancak bizlerin kolay olmayanı başarmak üzere donanımlı bir şekilde yaratıldığımızı unutmamamız gerekir.
Kafesten çıkan yani bilincimize yansıyan potansiyelimiz olan vahşi kadın ve erkek fiziken veya zihnen alan değiştirtebilir. Yani, içimizdeki vahşi bizim artık ait olmadığımız bir yerde olduğumuzu aslen istediğimiz şeyi bize hatırlatır. Örneğin, orta yaş, yaratmış olduğumuz güçlü personaların bizleri bir nevi kafese kapattığını hissetmeye başladığımız bir dönemdir. Bu dönemde bilinçsiz egomuz daha bilinçli bir hale gelerek gönüllü bir şekilde bilinç dışında görmezden geldiği öğelerle karşılaşıp onlarla uyumlu bir dinamik sağlamak ister. Mesela, ailevi, toplumsal veya ekonomik nedenlerle yaratıcılığını bastırmış olan bir kişi, genellikle 35 – 40 yaş sonrası yaratılıcığını ortaya çıkartan eylemlere yönelir. İşinden ayrılabilir veya hem işini hem de yaratıcılığını kullandığı hobilerini eş zamanlı sürdürmeye başlar.
Hikayedeki orman kollektif bilinç dışının simgesidir. Avcının girdiği orman tehlikelerle doludur. Ormanın içinde vahşi adamı bulur. Bizler de kendi içimizdeki öz benliğimize ulaşmak için önce bilinçdışının karanlık ormanında gezinmek zorunda kalırız. Biz içimizdeki vahşi kadın ve adamı bulup onu bilincimizin sularına çıkartarak gün yüzüne çıkartmak zorundayız. Aksi halde kendi potansiyelimizin yansıması olan bir hayatı değil, taktığımız maskelerin yansıması olan bir hayatı yaşamaya devam ederiz.
Masalı geri kalanında çocuk vahşi adamdan da ayrışır. Yani sadece vahşi arketipi aktive olmuş olarak bir yaşam sürmemiz mümkün değildir. Çocuk arketipinden sıyrılmamız için vahşi olanı keşfetmemiz gerekir. Ancak zamanı geldiğinde oradan da ayrılmamız gerekir. Sonuçta ne sadece maskelerle ne de vahşi olanla yaşayabiliriz. Vahşi olanın ehlileştirilip, gerektiğinde diş gösterecek kıvama gelmesini sağlamalıyız. Ne istediğinin ve ne istemediğinin bilincinde olan, potansiyelini kullanabilen biri olmak için bu şarttır.
Farklı bir kırallığa gelen çocuk orada çeşitli zorluklardan geçer. Büyümek için bu zorlukları tek başına aşması gerekmektedir. Oğlanın yaralarının iyileşmesi yaşadığı dönüşümü sembolize eder. Semavi dinler öncesindeki ritüellerde erginleşme törenleri düzenlenirdi. Erkek çocukları belirli bir yaşta anneden ayrılır ve belirli görevler üstlenirlerdi. Ormana gidip avlanmak, vücuduna dövmeler yapmak, yaralanmak ve kan dökmek bunlardan bazılarıydı. Bu süreçlerden geçmeyen erkek çocuk erginleşmiş sayılmazdı. Çocuk kendisine ait en karanlık tarafıyla ormana girip yüzleşmek zorundaydı. Annesinin yanında konfor alanında yaşayan genç, kendi potansiyelini keşfedemez ve daima çocuk kalırdı.
Hikayenin sonunda genç bir delikanlı olmuş olan çocuk yeni krallıktaki Kral ile karşılaşır ve kralın kızıyla evlenir. Kral ile karşı karşıya gelip onun sarayına kendini kabul ettirmesi, bireyin erginleşme töreninin sonu gibidir. Prenses, bireyin animasını yani dişil prensibi, yaratıcılığı ve şefkati temsil ederken, Prens eril prensibi, logos yani mantık ve disiplini sembolize eder. Bir erkek, erginleşirken animaya ihtiyaç duyar. Egonun gelişmesi, benliğin oluşması ve kişinin kendisinin farkına varıp hayata başlayabilmesi için hikayedeki oğlanın anneden ayrışması gereklidir.
Aksi halde katı kuralları olan mükemmeliyetçi birine hatta bir zorbaya dönüşebilir. Veya anne kompleksi onu pasif bir erkeğe dönüştürebilir.
Benzer durum kadın için de geçerlidir. Kadın da kendi Eros’u yani dişil yanıyla birleşmesi için anneden ayrışması ve kendi içindeki dişil prensiple hareket edip kararlar vermesi gerekir. Anneden ayrışmadan kadının eril yanıyla yani animusuyla (eril özellikler) ile bütünleşebilir. Animusumuz yeterince aktif olmazsa, mantık, disiplin ve üretim kısmımız sekteye uğrar.
Hikayenin en sonunda VahşiAdam Demir Hans yapılan büyüden kurtulmuş yani dönüşüme uğramış olarak ortaya çıkar. Bu ortaya çıkış, içimizdeki vahşinin ehlileştirilip topluma entegre etmememiz gerektiğini bize anlatır. Yani, sadece içimizdeki arzuyla yola çıkıp başımıza gelebilecekleri hesaplamazsak içimizdeki Vahşi Kadın veya Erkek hayatımızı tahrip edebilir.
Bu hikayede Kralın oğlu ile Kahramanın Yolculuğu döngüsünün ASİ, SAVAŞÇI, ve KAŞİF arketiplerini inceleme fırsatımız oldu. Bizler de eğer kendimizi keşfetmek ve kendimizi tanımak istiyorsak içimizde bu arketiplerin onları keşfetmemizi beklediklerini unutmayalım.
Bu hikayedeki psişik unsurların anyısı bizim psişemizde de mevcuttur. Bunu daha iyi anlayabilmek için bir örnekle devam etmek isterim.
Psişemizde bir bütün yaratan ego, gölge, anima(dişil), animus(eril) aslında birer fonksiyondur. Doğduğumuzda psişemizin önemli bir yarısı olan bilinç dışından kopar, çocuklukta ve ergenlikte diğer yarıyı, egomuzu yani bilincimizi inşa etmeye çalışırız. Daha sonra ise varlığını hissettiğimiz ama ötelediğimiz diğer yarımızı bulup yarım kalan bireyleşme sürecimizi tamamlamaya çalışırız.
İkiye ayırdığımız benliğimizin karanlıkta kalan kısmının bize kendini nasıl gösterdiğiyle ilgili bir örnek vermek isterim. Kendi içimizde baskıladığımız herşey başka bir yöne yansıtılır. Bu yansımayı kendi hayatımızda tam tersi bir persona yaratarak da bir başkasına yansıtarak da görebiliriz. Hata yapmaktan çekiniyor, başkalarına karşı mükemmel görünme arzusu ile yaşıyorsak, bu durum “hata yapma özelliğimiz”den kendimizi eski bir zamanda ayrıştırdığımız anlamına gelir. Veya hayat karşımıza bolca hata yapacağımız durumlar çıkartır. Psişik alanda bunun sebebi egonun hayatta kalma arzusudur. Ben olanı korumaya çalışır. Kişi “ben” dediği şeyi mükemmel olmakla özdeşleştirmişse bunu korumak için herşeyi yapar.
Peki, kendimizdeki ikiye bölünmüşlüğü nasıl anlayabiliriz? Örneğin, sürekli bir başkasını eleştirme huyumuz varsa karşımızdaki kişide kusur bulmak üzere yaşıyorsak hata yapmanın kötü olduğunu, hatamız görünürse ayıplanacağımız, onaylanmayacağımızı düşünebiliriz.
Gölge kimliğimizin varlığını anlamamızın diğer bir yolu daha vardır. Mükemmel olmama ve hata yapma kavramlarını gölgesinde uzun süre taşımış ve dışarda mükemmel görünmeye çalışan bir kişi agresif davranışlar veya bağımlılıklar gösterebilir. Bu iki unsur, ikiye bölünmüş psişenin yani nevrozun temel belirtisidir.
Peki, bu durumu nasıl dönüştürebiliriz? Psişemizde başka bir dinamik oluşması mümkün müdür? Elbette mümkündür. Bunun yolu, egomuzun bu durumu bilinçli bir şekilde algılamasıyla mümkündür. Hata yaptığında aşırı tepki veriyorsa, kişi bunun aslında bir zamanlar “kendisini korumak için” bir telafi yöntemi olarak kullandığını anlamalıdır. Ardından yavaş yavaş dönüşüm sürecini bilinçli olarak başlatabilir.
Demir Hans – Iron John Masalı
Bir zamanlar bir kral ve Kralın 8-9 yaşlarında bir oğlu vardı. Sarayın yakınlarındaki ormanda her türlü vahşi hayvan yaşardı. Bir gün Kral, avcılarından birini ceylan vursun diye o ormana yollar. O ve köpeği bir daha geri dönmez. Kral “Bu işte bir iş var.” diyerek köpekleriyle beraber başka avcılar da yollar ancak onlar da geri gelmez.
Günün birinde yabancı bir avcı köpeğiyle çıkagelir ve Kraldan ormana gitmek için izin ister. Kral tehlikeli olduğu için bunu yapmaması gerektiğini söylese de krala “ben hiçbir şeyden korkmam” diye cevap vererek ormanın yolunu tutar.
Avcının köpeği çok geçmeden vahşi bir hayvanın peşine takılır, ama henüz birkaç adım atmıştır ki, derin bir bataklığa saplanır. Aynı anda sudan çıplak bir kol uzanarak hayvanı aldığı gibi dibe çeker. Avcı bunu görünce geri döner, yanına üç adam alır ve hepsi ellerindeki kovalarla bataklığın suyunu boşaltır. Dibe geldiklerinde orada vahşi bir adamın yatmakta olduğunu görür. Adamın bütün vücudu kahverengi, paslı bir demiri andırmaktadır. Yüzünü örten saçları ta dizlerine kadar uzamıştır. Onu iplerle bağlayarak saraya götürür. Kral yaratığı görünce dehşete kapılır ve onu demir bir kafese kapatır ve kapısını açanı ölüm cezasına çarptıracağını ilan ederek anahtarını da saklaması için kraliçeye verir.
Artık herkes korkusuzca ormana gidebilmektedir. Kralın sekiz yaşında bir oğlu vardır. Oğlan bir gün sarayın avlusunda oynarken altın topunu kafese kaçırır. Bunun üzerine vahşi adama “Topumu geri ver!” diye bağırır.
“Bana şu kapıyı açmadan topu sana vermem!” diye cevap verir adam.
“Olmaz! Bunu yapamam, kral yasakladı!” diyen oğlan koşarak oradan uzaklaşır. Ertesi gün oğlan yine gelerek topunu ister. Fakat vahşi adam yine razı olmaz. Oğlan yine kafesin yanına vararak, “İstesem de kapıyı açamam, çünkü anahtarı bende değil” der. “Anahtar annenin yastığının altında, gidip alabilirsin” diye cevap verir vahşi adam. Topundan başka bir şey düşünemeyen oğlan her türlü uyarıyı göz ardı ederek anahtarı alır ve kapıyı açar.
Kapı açılır açılmaz vahşi adam dışarı çıkar, oğlana altın topunu verdikten sonra
Vahşi adam onu da sırtına alarak hızlı adımlarla oradan uzaklaşır. Kral geri döndüğünde kafesi boş bulunca, karısına bunun nasıl olduğunu sorar. Kadının hiçbir şeyden haberi yoktur.
Kral oğlunu aramak için her tarafa adamlarını salar, ama onlar da hiçbir şey bulamaz. Kral neler olabileceğini tahmin eder ve bunun üzerine bütün saray yas tutar.
Vahşi adam ormana daldıktan sonra sırtındaki oğlanı yere indirip ona, “Anneni ve babanı artık hiç göremeyeceksin. Bundan sonra sana ben bakacağım, çünkü sen beni kurtardın ve sana acıdım. Her istediğimi yerine getirirsen yanımda rahat edersin. Dünyada hiç kimsenin sahip olamadığı kadar altın ve hazine var bende” der. Oğlana yosunlardan bir yatak yapar, oğlan da hemen yatıp uyur.
Ertesi gün birlikte bir kuyunun başına varırlar.
“Şu altın kuyuyu görüyor musun? Kristal gibi aydınlık ve tertemiz. Sen burada nöbet tutacaksın; dikkat et içine bir şey düşmesin. Yoksa kirlenir. Emrimi yerine getirdin mi diye her akşam gelip bakacağım” der vahşi adam.
Oğlan kuyunun başına oturur; içinde bazen altın bir balık ya da altın bir yılan görünüyordu. İçine hiçbir şey düşmemesi için sürekli dikkat eder.
Bir keresinde parmağı öyle acır ki, ister istemez elini suya sokar. Parmağı altına bulaşır; ne kadar silmeye çalışsa da da yararı olmaz.
Akşam olunca Demir Hans çıkagelir ve oğlanı görünce “Kuyuya ne oldu?” diye sorar.”Hiç” diye cevap veren oğlan, görülmemesi için parmağını arkasında saklar.
“Sen parmağını kuyuya sokmuşsun! Bu seferlik seni affediyorum, ama dikkat et bir daha kuyuya bir şey girmesin!” der vahşi adam.
Ertesi sabah oğlanın parmağı yine acımaya başlayınca onu saçlarının arasında gezdirir; ne yazık ki o sırada saçının bir teli kuyuya düşer; hemen alıp çıkarsa da, saçının teli altına dönüşür.
Demir Hans yine çıkagelir. “Saçını kuyuya düşürmüşsün!” dedi. “Hadi bunu da görmemiş olayım, ama aynı hatayı üçüncü kez yaparsan kuyu pislenmiş olacak, o zaman benim yanımda kalamazsın!”
Üçüncü gün oğlan yine kuyu başında beklemeye başlar; ne kadar acısa da parmağını yerinden oynatmaz. Ama zaman bir türlü geçmek bilmez. Canı sıkılır ve suda kendi yüzünü görmek ister. Bu nedenle kuyuya iyice sarkar ve bu arada omuzlarına kadar uzanan saçları suya değer. Oğlan hemen doğrulur, ama saçları altın sarısına dönüşmüştür ve güneş altında pırıl pırıl parlamaktadır. Hemen cebinden mendilini çıkararak, adam görmesin diye başını sarar.
Adam yine geldiğinde “Çıkar şu mendili başından” der.
Altın sarısı saçları meydana çıkar. Oğlan ne kadar özür dilediyse de bir yararı olmaz.
“Sınavı geçemedin, artık burada kalamazsın. Git, başının çaresine bak. Yoksulluğun ne demek olduğunu göreceksin o zaman. Ama aslında iyi kalpli olduğun için sana bir iyilikte bulunacağım: ne zaman başın sıkışırsa, ormana git ve Demir Hans diye seslen. Ben çıkar gelirim ve sana yardım ederim. Ben tahmin edemeyeceğin kadar güçlüyüm; altın ve gümüşten hazinem bitmez tükenmez!” dedi adam.
Kralın oğlu ormandan ayrılır, az gider uz gider, dere tepe düz gider, derken büyük bir şehre gelir. Geçinebilmek için kendine iş arar, ama bulamaz. Sonunda saraya giderek oraya sığınmak ister. Saraydakiler ondan nasıl yararlanabileceklerini bilemez, ama oğlandan hoşlandıkları için yanlarında kalmasına göz yumarlar. Önce onu aşçıbaşının yanına verirler.
Aşçıbaşı ona odun ve su taşıma görevi verir, aynı zamanda da ocağa bakacaktır. Bir gün başka adam olmadığı için krala yemeğini tepsi içinde o götürür. Altın saçları görünmesin diye başına bir şapka geçirir. Kral hiç böyle bir şey görmemiştir. “Kralın huzuruna şapkayla çıkılmaz, çıkar onu başından!” diye gürler.
“Ah efendim, çıkaramam” der oğlan ve ekler: “Çünkü başımda bit var.”
Kral aşçıyı çağırtarak “Nasıl olur da böyle bir oğlanı yanında çalıştırırsın?” diye azarladı ve onu hemen kovmasını söyler
Ama oğlana acıyan aşçı onu bahçıvanın yanına verir.
O günden sonra oğlan fidan diker, çiçek sular, toprak kazar. Rüzgâr, yağmur demeden hep bahçede çalışır.
Bir yaz günü çok sıcak bir havada, bahçede çalışırken serinlemek için başından şapkasını çıkarır. Güneş saçlarına vurunca pırıl pırıl bir ışık prensesin yatak odasına yansır. Kız ne oluyor diye yerinden fırlar. Oğlanı görünce ona “Bana bir demet çiçek getir!” diye seslenir. Oğlan hemen şapkasını başına geçirir. Kopardığı bir demet yabani çiçeği sarıp sarmalayarak kıza götürmek üzere merdivenden çıkarken bahçıvan onu görür.
“Nasıl olur da prensese böyle kötü çiçek götürürsün? Hemen git, en güzel ve en nadir çiçeklerden bir demet yap!” der. Ama oğlan, “Hayır, yabani çiçekler daha güçlüdür, onun daha hoşuna gidecek!” diye cevap verir.
Odasına vardığında, “Şapkanı çıkar, benim önümde böyle durman yakışık almaz!” der prenses.
“Çıkaramam, kafamda bit var!” dedi oğlan. Ama kız zorla onun şapkasını çıkarınca oğlanın o şahane altın sarısı saçları omuzlarına dökülür
Oğlan oradan kaçmak ister, ama kız onu kolundan yakalayarak bir avuç dolusu altın para verdi.
Oğlan oradan çıktı, ama kızın verdiği şeye hiç dikkat etmeden, olduğu gibi bahçıvana uzatır. “Al bunları, çocuklarına ver, oynasınlar!” dedi. Üç gün boyınca prenses onu çiçek vermesi için çağırır. ve her gün prensesin verdiği bir kese altını bahçıvanın çocuklarına verir.
Derken günün birinde savaş çıkar. Kral halkını toplar; düşmanın gücünü ve kendi ordusunun bu düşmana karşı koyup koyamayacağını bilememektedir. Bunun üzerine oğlan “Ben artık büyüdüm, ben de savaşmak istiyorum, bana bir at verin” dedi.
Herkes güler ve “Biz gidiyoruz. Ahıra git bak, sana bir at bıraktık!” dediler.
Onlar gittikten sonra oğlan ahıra girerek o atı çıkarır; hayvanın bir bacağı sakattır ve topallaya topallaya yürümektedir.
Oğlan buna aldırmadan atına atlayarak karanlık ormana gider. Orman kenarına vardığında üç kez “Demir Hans!” diye haykırır. Güçlü sesi ağaçlar arasında yankılanır. Derken vahşi adam çıkagelir ve “Ne istiyorsun?” diye sorar.
“Safkan ve güçlü bir at istiyorum, savaşa gideceğim.”
“İstediğin olsun! Daha fazlasını da vereyim.” der Vahşi adam
Vahşi adam ormana geri döner ve aradan çok geçmeden bir seyis çıkagelir.
Oğlan zırhlı askerleriyle fırtına gibi düşmana çullanır ve kendisine karşı çıkan herkesi saf dışı bırakır. Onlar kaçmak istediyse de, oğlan peşlerini bırakmayarak tek bir kişiyi bile sağ bırakmaz.
Kral savaştan dönünce kızı onun yanına vararak kazandığı zaferden ötürü babasını kutlar”Zaferi kazanan ben değilim” der babası, “yabancı bir şövalye adamlarıyla geldi, o kazandı.” Prenses bu yabancı adamın kim olduğunu bilmek ister, ama bunu kral da bilmez. “Kendisi düşmanı kovaladı, ama onu bir daha göremedim” der.
Kral kızına şöyle dedi: “Üç gün sonra büyük bir şenlik düzenleyeceğim. Sen ortaya bir altın elma fırlatacaksın, belki o yabancı çıkagelir!”
Şenlik her yana duyurulunca oğlan yine ormana girerek Demir Hans’a seslenir.
“Ne istiyorsun?” diye sorar Demir Hans.
“Prensesin atacağı altın elmayı yakalamayı.”
“Tamam, onu yakalamış bil! Ama giyimin kuşamın kırmızı olacak ve mağrur bir tilkiye binmiş olacaksın” der Demir Hans.
Yarışma günü gelince oğlan da yarışmacılar arasında yer alır, ama kimse onu tanımaz.
Prenses öne doğru çıkarak altın elmayı fırlatır ama kimse onu oğlandan önce yakalayamaz. Üstelik elmayı kaptıktan sonra hiç vakit kaybetmeden oradan çekip gider.
İkinci gün Demir Hans onu beyazlara büründürerek altına yağız bir at verir. Oğlan yine altın elmayı yakaladıktan sonra hiç durmadan oradan uzaklaşır.
Kral çok öfkelenir. “Böyle bir şey olamaz, kendisi huzuruma çıkıp bana adını söyleyecek!” diye bağırır.
Buna göre elmayı bu kez yakalayan şövalye hemen uzaklaşıp giderse peşine düşülecek, kendi arzusuyla dönmezse yaka paça alınıp kralın huzuruna getirilecektir.
Üçüncü gün oğlan, Demir Hans’tan siyah bir giysi ve takımlarla bir Arap atı alır ve yine altın elmayı kapıverir. Oradan kaçmak isterken kralın adamları peşine takılır. O kadar yaklaştılar ki, birisi kılıcıyla oğlanı ayağından yaraladı. Başındaki miğfer yere düşer ve herkes onun altın saçlarını görür.
Ertesi gün prenses bahçıvana yine yanında çalışan oğlanı sorar.
“Bahçede çalışıyor, o da şenliklere katılmıştı, dün akşam geri döndü. Çocuklarıma üç tane altın elma getirdi!” der bahçıvan.