Her insanın temel yaşam amacı kendisiyle bütünlenmek yani bireyleşmektir. Her bireyin yaşam süresince zıtlıkların ve çatışmaların ortasında kalarak deneyimlediği bu süreç arketipsel bir alanın temsilidir. Orta yaş dönemine kadar güçlü bir ego oluşturma çabasında ilerlerken, orta yaş ile birlikte benliğinin keşfedilmemiş alanlarına doğru ilerlemeye başlarız. Kendimizin “farklı” yönlerini saklayarak ilerlediğimiz yolda, farklılıklarımızı sahiplenmeye başlarız.
Orta yaşa kadar kimliklerimizle özdeşleşerek yaşarız. Onaylanma, ait olma ihtiyaçlarımız ön plandadır. Güvende olduğumuz alanları, insanları ve eşyaları sahiplendikçe, kendimizi daha güçlü ve daha başarılı hissederiz. Hayatın öğleden sonrası dediğimiz orta yaş dönemine girmemizle birlikte, çok da aşina olmadığımız, kendimizle ilgili bilgilerin, değerli özelliklerimizin, becerilerimizin sandıklarda uzun süredir bekletildiği bir mağaranın kapısına geliriz. Bu kapı bir sınırdır. Sezgisel yanımız kapımızı çalar ve eş zamanlı olarak bilinçli yaşantımızda bu çağrıları işitmeye başlarız.
Bilinç dışındaki anne kompleksi veya karmaşası, tıpkı diğer kompleksler gibi bireysel deneyimlerimiz ile örülü kişisel bilinç dışı içeriklerimizdir. Ancak Jung tüm bireysel olduğunu düşündüğümüz deneyimlerimizin kolektif, arketiplerin oldu alanda tüm insanlığa ait ayak izlerini barındırır. İnsana ait olan “anne” olgusuyla doğduğumuz ve bu niteliklerin etrafının kendi deneyimlerimizle sarmalandığı gerçeği özellikle rüya analizleri ve aktif imgelem yoluyla ispatlanmıştır. Yani, her insan sayısız arketipsel alanın etkisinde kalarak yaşar. Bunlardan en önemlilerinden biri “Anne Arketipi” dir.
Tüm komplekslerde olduğu gibi, anne karmaşasının temelde “anne arketipi” etrafında yapılanmıştır. Bu yapılanmayı Jung “Feminen” adlı kitabında şu şekilde anlatmaktadır;
“Büyük Ana kavramı karşılaştırmalı dinler tarihi alanına ait bir kavramdır ve pek çok türdeki ana tanrıça tipini ele alır. Büyük Ana imgesinin arka planına psikoloji penceresinden bakarsak daha kapsayıcı olan anne arketipini tartışmanın temeline oturtmak zorundayız.” ve söyle ekler; “Göklerin ötesinde bir yerde, genel anlamda “annelik”in de mevcut olduğu tüm fenomenler içerisinde öncü ve üstün nitelikli prototip ve ilkel bir anne imgesi vardır.”
Jung’un bu anlatımından yola çıkarsak, anne arketipi bilinç dışında olusan, etrafı duygular ve düşüncelerle kaplı kompleks bir yapıdır. Her kompleksin merkezinde kollektif bilinçten bilinç dışımıza aktarılmış olan arketip vardır. Örneğin, tüm insanlığın kollektif deneyimi olan “anne” imgesi. anne arketipi olarak psişik hafızamızda mevcuttur. Bir arketipin hayatımızdaki etkisinin farkında olmadığımızda, yani bilinç dışımızda kaldığı sürece yönetimi ele geçirir. Bu nedenle bilince gelmeyen arketipsel alanlar için Jung “Arketipler Tanrılardır.” ifadesini kullanır. Gölgede kalan enerji alanı güçlü anne figürü ile kendi dünyevi annemizi ilk başta bu arketiple özdeşleştiririz. Yani annemizin “anne arketipi”ni temsil eden bir imge olarak göremez, annemizle yaşadığımız tüm deneyimlerimizi sahiplenerek “bu deneyimlerin yarattığı kimliğimizle” özdeşleşir ya da bilinç dışımızdaki anne imgesini bir başkasına yansıtırız. Böylece “ilk hikayemizi tekrar ederiz”.
İdeal anne arketipinin etrafına örülen, kendi annemizle deneyimlerimiz sonucu oluşan duygu ve düşüncelerin yarattığı konstelasyonlar çoğaldıkça anne karmaşası bireyin üzerinde “büyü” etkisi yaratır. İdeal anne arketipinin anlamını doğuştan bilen kişi, gerçek annesiyle yaşadığı deneyimleri anlamlandırmaya, ideal anne ve kendi annesi arasında açılan boşlukları duygu ve düşünceleriyle doldurmaya başlar. Bu boşluklar kişi tarafından “ben değersizim”, “ben sevilmeye layık değilim”, “onaylanmak, annemin beni görmesini sağlamak için onun dediklerini yapmalıyım”, “annem gibi olmalıyım”, “asla annem gibi olmayacağım, “onun dediklerini yapmazsam beni görür” şeklinde ve daha fazla türlerde düşüncelerle doldurulabilir.
Annenin duygusal veya fiziksel “terk etmesine” karşı oluşturulan bu psişik çaba, aslında kişinin kendi gölgesine ittiği parçasından başka bir şey değildir. Annemiz, bizim bastırdığımız özellikleri barındıran kişidir. Onunla zihinsel, bedensel ve ruhsal anlamda barış sağlamamız, kendi içimizdeki “dişil prensipler” ile bütünleşmemiz anlamına gelir. Bu nedenle, annemizi “tanrıça” mertebesinden insan mertebesine indirdiğimizde, anne kompleksimizin etrafındaki olumsuz sis bulutu bir nebze azalır. Onun tarafından onaylanmak isteğimizin, sevilme isteğimizin yerine, kendimizi onaylayıp sevme ihtimalimizin kapısını açmış oluruz.
Jung, ilkel kabilelerin erkek çocuklarını anneden ayırıp zor görevleri gerçekleştirmesi için zor görevlerin verilmesi ve ormana salınma ritüellerinin anneden koparak bilinç ve bilinç dışı olarak ikiye bölünmeden doğanın özünde olan “bireyleşme” ile yaşadıklarını söylemiştir. Jung, Feminen adlı kitabında bu durumu söyle özetlemiştir; “İlkeller arasında anneden ayrılmayı örgütlemek için tasarlanmış çok sayıda ayin görmekteyiz. Sadece erişkin olmak ve uzaklaşmak yeterli değildir. “Erkekler evindeki” ve yeniden doğum seremonilerindeki etkileyici kabul törenleri, anne etkisinden (çocukluktan) tamamiyle ayrılmayı sağlamak için gereklidir.”
Benliğini ikiye bölen modern insan insan için komplekslerin birer hayatta kalma, başa çıkma mekanizmasından ibaret olduğunu da söylememiz mümkündür.
Anne kompleksi, kadının da erkeğin de kendi yaratıcı doğasını, potansiyelini ertelemesine, yaratıcılığını sabote etmesine ve ilişkilerinde güç peşinde koşmasına sebebiyet verebilir. Kişi olumsuz duygu ve düşünceleriyle özdeşleştiği bir yaşam sürebilir. Anne kompleksine ait içeriklerin bilince gelmemesi nedeniyle, kendisini yansıtmayan bir yaşantı sürdürme olasılığı artar.