İnsan, kişisel bilincinin ötesinde, onu yönlendiren arketipsel bir zekaya bağlıdır. Beden, zihin ve ruh aslında kendisi için neyin şifalı olduğunu sonradan öğrenmeye gerek duymayan bir kodlanmaya sahiptir. Ancak yaşamsal deneyimler, ilişkiler ve travmalar bu üst zekâyla olan bağlantımızı kesintiye uğratır, hatta kimi zaman tamamen kopartabilir. İşte bu noktada, kendi özümüzle yeniden bağlantı kurmamızı sağlayacak en önemli anahtar duygularımızdır.
Duygular, yalnızca gelip geçici hisler değildir; sınırlarımızın habercisidir. Onlar, tıpkı bağışıklık sistemimizin antikorları gibi işlev görürler. Benliğimize yabancı olan bir unsurla, bu bir düşünce, inanç, davranış olabilir, yüz yüze geldiğimizde içimizde tepki uyandırırlar. Jung bu durumu şöyle ifade eder: “Duygular bilinçle bilinçdışı arasındaki köprüdür; onların bastırılması, insanı kendi kaderinin tutsağı yapar.” (Jung, CW 9i, 1959, s. 121) Yani duygularımızı görmezden geldiğimizde, aslında kendi kaderimizin iplerini bırakmış oluruz. Onları fark etmek ise içsel bağlantının kapısını açan ilk adımdır.
Çocuklukta Kopan Bağ
Peki biz duygularımıza ve bedenimize neden bu kadar yabancılaştık? Çocuklukta, bir davranışımız onaylanmadığında ya da sevgiden mahrum kalma tehdidiyle karşılaştığımızda, en önce kendi duygularımızı feda ettik. Çünkü o an için sevilmek, kabul edilmek ve terk edilmemek duygularımızı yaşamaktan daha önemliydi.
Bastırdığımız duygularımız, sıkıntı, huzursuzluk, öfke, incinme, bizi kendimize, sınırlarımıza, davranış ve seçimlerimize götüren, içsel labirentimizin içinde kaybolmamamızı sağlayan parçamızdı. Tıpkı minator hikayesinde, Theseus Minator’u yok edebilmek için labirente inerken Ariadne’nin ona verdiği ipi tutatarak aşağıya inmesi, canavarı öldürdükten sonra elindeki ipi takip ederek yeryüzüne çıkabilmesi gibi. Minatour hikayesini arketipsel açılımladığımızda, bir insanın kendisiyle bağlantısını kaybettiğinde yolunu da kaybedeceği şekilde okuyabiliriz. Yani sezgilerinden kopan kişi, kendisi için doğru ve yanlış olanı ayırt
edemez. Kendi içsel kaynağından uzaklaşmış birey içsel kaynaklarını insanlar ve bağımlılık yaratan dış nesnelere yansıtır.
Oysaki, öfke, incinme, huzursuzluk, sıkıntı gibi duygular bize sınırlarımızı, seçimlerimizi ve kim olduğumuzu gösterecek pusulalardır. Bu bağlamda von Franz şöyle der: “Kendi içsel ipini kaybeden insan, dış dünyada en küçük engel karşısında bile yolunu şaşırır.” (von Franz, The Feminine in Fairy Tales, 1972, s. 17)
Benliğimizin sesinden kopmamızın en temel alanı anneyle kurduğumuz ilişkide ortaya çıkar. Anne, hem yapıcı hem de yıkıcı yönleriyle bilinç dışımızda köklenir. Eğer anne figürü manipülatif, narsistik ya da sevgiden uzak bir deneyimle yaşandıysa, sevgi, şefkat ve güven içimizde sağlıklı bir biçimde yerleşemez. Böylece “anne arketipsel alanının yapıcı tarafı” gölgede kalır. Yetişkin olduğumuzda kendimize şefkat, sevgi ve onay veremediğimiz için bu ihtiyacı dışarıya yansıtırız.
Jung’un ifadesiyle, “İnsan, çözülmemiş anne kompleksiyle yaşamaya devam ettiği sürece, kendi ruhunu dışarıdaki nesnelere bağlamak zorunda kalır.” (Jung, CW 5, 1967, s. 198) Bu yüzden birçok yetişkin, ilişkilerinde çocuk gibi davranır; onay, şefkat ve sevgi arayışını dışarıya yükler. Ancak dışarıdan gelen hiçbir beslenme, bu içsel boşluğu tamamen dolduramaz.
Çocuk–Kurban Döngüsünden Yetişkin Benliğe
Kendi duygularıyla teması olmayan kişi, “çocuk–kurban–yetim” döngüsünde sıkışır. Bu döngüden çıkış, duyguların ve sezgilerin yeniden pusula olarak kullanılabilmesiyle mümkündür. Psişenin “eros fonksiyonu” yani dişil prensip onarıldığında birey kendisiyle temas ederek kendi içsel kaynaklarına erişim imkanı bulur. Bu kaynağa erişen kişi, duyguların yarattığı sisi dağıtarak kendisi için neyin iyi ve kötü olduğunu ayırt ederek başına gelen olaylarda kendisini kurban kimi zamanda başkasını günah keçisi olarak görmemeye başlar. Aynı şekilde dış dünyada da insanları ve olayları daha sağlıklı değerlendirme kapasitesi kazanır. “Gerçek olgunluk, kişinin kendi içsel otoritesini keşfetmesiyle başlar; dış dünyanın otoritesine bağımlılık azaldığında bireyleşme başlar.” (von Franz, Individuation in Fairy Tales, 1990, s. 45)
İçsel Mekanizmayı Yeniden Kurmak
Çocukken dışsal bir mekanizma olan sevgi, onay ve şefkat; yetişkin olduğumuzda içsel bir mekanizmaya dönüşmelidir. Eğer bu dönüşüm gerçekleşmezse, birey kendi öz benliğiyle bağ kuramaz ve hep dışarıdan beslenmeye mahkûm olur. Duygularımız, bedenimizin tepkileri ve sezgilerimiz bize her zaman yol gösterir. Onlarla yeniden bağ kurmak, yalnızca kendimizi tanımak değil, aynı zamanda bireyleşme yolculuğuna da adım atmaktır. Jung’un ifade ettiği gibi, dışarıya baktığımızda rüya gördüğümüzü; içeriye baktığımızda uyandığımızı hatırlarız. İşte bu uyanış, en derin şifa yolculuğunun, bireyleşmenin başlangıcıdır.
Kaynakça
Jung, C. G. (1967). Symbols of Transformation (CW 5). Princeton University Press.
Jung, C. G. (1969). Collected Works of C.G. Jung, Vol. 9ii: Archetypes and the Collective Unconscious. Princeton University Press.
Jung, C. G. (1977). C.G. Jung Speaking: Interviews and Encounters. Princeton University Press.
von Franz, M.-L. (1972). The Feminine in Fairy Tales. Spring Publications.
von Franz, M.-L. (1990). Individuation in Fairy Tales. Shambhala.

