Anılar, Düşler, Düşünceler
ile Jung’u Anlamak 1

“Geçici dünyada yaşarken, geçici olmayan tarafımızı deneyimleriz”. Yani bir çok deneyimimizi bilincimiz değil, bilinç dışımız yönlendirir. Bizler buna “kader” deriz.” Jung.

1950’li yıllara dehasıyla damgasını vuran psikanalist Carl Gustav Jung’un çalışmaları, eserleri ve hayatıyla ilgili ilk araştırmalarım seneler öncesine dayanır. Gördüğüm bir rüyanın bilinçaltı düzeydeki anlamını  araştırırken bu olağan üstü kişiyle ilgili bilgiler karşıma çıkmıştı. Bu yazı serisinde Jung’un Anılar, Düşler, Düşünceler kitabını mümkün olduğunca yalın bir şekilde analiz etmeye çalışacağım.

Bilinç Dışı

Jung’un “Anılar, Düşler, Düşünceler” adlı yazdığı içsel biyografisinde belirttiği gibi, yaşamımız bilinç dışının kendini gerçekleştirmesinin öyküsüdür. Yaşantımız boyunca deneyimlerimizin bir çok kalıntısı bilinç dışımıza aktarılır.

Kişilik (Persona) ise bilinç dışından kendini soyutlayarak kendi deneyimlerini yaşamak ister. İç dünyamızı anlatmak bilime sığmaz. Çünkü, öznel olan bilinç dışımız  ölçülemez ve genel tanımlara uymaz. Bu nedenle her insanın yaşantısı birer “mit”tir. Mitler bireysel yaşamı ifade ederler.
İnsan dünyadaki her canlı ve doğal oluşum gibi Tanrı’nın bir parçası olsa da, hiçbirine benzemez ve hiçbiriyle kıyaslanamaz. Bu nedenle, kendisiyle ilgili kesin yargılara asla varamaz.

“Geçici dünyada yaşarken, geçici olmayan tarafımızı deneyimleriz” der Jung. Yani bir çok deneyimimizi bilincimiz değil, bilinç dışımız yönlendirir. Bizler buna “kader” deriz. Oysa ki, bilinç dışımızda gizlediklerimizi bilincimize yansıtabilir hale getirirsek, potansiyelimizi yani gerçekte kim olduğumuzu keşfederiz. Hayatımız kader değil bilinçli seçimlerimizle daha sağlıklı şekillendirebiliriz.

Arketipler ve Semboller

“Geçici dünyada yaşarken, geçici olmayan tarafımızı deneyimleriz” . Yani bir çok deneyimimizi bilincimiz değil, bilinç dışımız yönlendirir. Bizler buna “kader” deriz.” Jung.

Jung’un çocukken okuduğu bir duada, Hz. İsa’nın civcivlerin (çocukların) şeytan tarafından yenmemesi için onları koruduğunu anlatılır. Ancak gerektiğinde korumak için Hz. İsa’nın çocukları hatta yetişkinleri de yanına alması O’nu Jung’un gözünde şeytandan çok da farklı kılmaz.
Bir çocuk olarak Hz. İsa’ya sempatisi azalmıştır. Hatta İsa’yı Cizvitlere ve zaman zaman ölen insanların tabutlarını taşıyan ve onları toprağa gömen uzun redingotlar giymiş, koca şapkalı adamlara(rahiplere) benzetmeye başlar. Jung’un bu benzetmesi ile, söz konusu İsa bile olsa, insanın hem iyi hem kötü tarafı olduğunu ve sürekli iyi olamayacağının bilincine ilk yansımalarından biridir.

Jung, bilinç dışından, hatta kollektif bilinçten bilincine yansıyan ilk arketipleri çocukluğunda görmeye başlar. Bir keresinde, kendi evinin önünde oyun oynarken evinin önünden geçen ve tepeye doğru gözden kaybolan yoldan aşağıya doğru, uzun siyah giysisi olan bir adamı gördüğünde resmen ödü kopar. Bu adamın İsa olduğunu düşünür ve eve koşarak saklanır. Oysa ki bu adam kendi yolunda yürüyen Katolik bir rahiptir.

Jung’un bu adamdan korkup kaçması yaşadığı ilk ölüm korkusunu anlatır. Bu ölüm korkusu kutsal bir imge olan İsa’nın bilincine gelmesiyle olur. İsa burada kurtarıcı değil ölümle bağlantılıdır. Yetişkinliğinde Jung, arketiplerin iki uçlu doğaları olduğunu kanıtlayacak Sempati duymadığı İsa’ya benzeyen birinden korkuyor olması da, hatalı ve kusurlu biri olduğu ve bu nedenle cezalandırılacağını düşünmesi olarak anlaşılabilir.

Altın Taht

Jung, tahtın üzerinde insan derisinden olan dev bir ağaç gövdesi, onun üzerinde belli belirsiz bir insan kafası ve onun üzerinde gökyüzüne bakan bir göz görür.

Jung’un çocukluğuna ait önemli bir rüyası vardır. Bu rüyada kendini  bir papazın evinin çayırında yürürken görür. Burada yürürken yerde dikdörtgen bir çukur görür ve bu çukurdan aşağıya doğru merdivenlerden iner ve yeşil bir perdenin arkasında altın bir taht görür.

Tahtın üzerinde insan derisinden olan dev bir ağaç gövdesi, onun üzerinde belli belirsiz bir insan kafası ve onun üzerinde gökyüzüne bakan bir göz görür. Annesi aniden ona bunun bir “insan yiyici” olduğunu söylemesiyle irkilir. Bu deneyiminden 20 yıl sonra, rüyalarla ilgili araştırmalarını yaparken, insan yiyicinin İsa veya Cizvitler değil fallus sembolü olduğunu anlar. İsa’nın karanlık yönünün ve fallus sembolünün arketipsel bağlamda aynı şey olabileceğini düşünür.

Fallus sembolü, aynı zamanda erkek cinselliğinin sembolüdür. Bu sembol mitolojide ve edebiyatta, ataerkil toplumu ve baskıyı sembolize eder. Jung için fallus ve İsa aynı nitelikte, yani korkunun, insanın karanlık tarafının, kötülüğün, günah işlemenin ve cezalandırılmanın sembolüdür. Jung’un bilincine yansıyan bu imgeler daha sonraları Jung’un kurucusu olduğu analitik psikoloji ekolünde “kolektif bilinç dışı” olarak adlandırılacaktır.

İnsanın iyi ve kötüden oluşan bir bütün olduğunun arketipsel yansımaları bilincimize gelen sembollerle kendini gösterir. Kolektif bilinç dışınına, yani tüm insanlığa ait olan bu semboller en yoğun olarak rüyalarda, aktif imgelem çalışmalarında ve elbette ki gerçek hayatta da kendini gösterir.

Hayalet Anne

Jung ergenlik çağı başlangıcında annesiyle ilgili tuhaf rüyalar görmeye başlar. Rüyalarında annesinin başını kafasından ayrı olarak veya hayalet olarak görür. Anne babasının arası iyi olmadığı için bir müddet annesinden ayrı kalmıştır. Bu büyük bir hayal kırıklığına ve daha sonra kadınlara karşı güvensizliğe dönüşür. Çocukken dış dünyaya karşı güvensizliği, Jung’un iç dünyasını çok sağlam bir hale getirmesini sağlar.

Jung’un içsel dünyasının zenginliğine bir örnek de ilkokulda bilincine gelen ama bunun seneler bir arketip olduğunu farkettiği babir imgedir. Jung bir gün tahta cetveline siyah redingotlu, kukuleta şapkalı uzun çizmeli küçük bir adamı kazımış ve kazıdığı o figürü cetvelden ayırdıktan sonra, Ren nehri kenarında bulduğu uzunca bir taşın üzerine yatırarak kalem kutusunun içine koyarak tavan arasına yerleştirmiştir. Bu onu inanılmaz güvende hissettirmektedir fakat bir yandan da korkularını perçinlemektedir.

Jung’un kendi elleriyle yarattığı bu sembol bilinç dışından kendisine gelen ilk “öz benlik” duygusunun ve aynı zamanda dış ve iç dünyasının çatışmasının sembolüdür. Bunu bir giz olarak görerek uzun zaman çözülmesi gereken bir gizem olarak değerlendirmiştir.
Jung erişkin yıllarında yapacağı araştırmalar sonucunda, yaptığı bu ritüelin bir gömme seremonisi olduğunu ve Avustralya yerlilerinin uzun zamandır uyguladığı bir seremoni olduğunu keşfedecektir.

Altın taht, hayalet anne ve tahta cetvele kazıdığı küçük adam figürü, Jung’un bilinç dışından bilincine yansıyan arketiplerdir. Dış dünyasında bir ergen olarak yaşadığı kimlik bunalımı sürecinde, bilinç dışından bilincine yansıyan ve birer arketipsel alanı temsil eden bu imgeler, daha sonra kendisinin “kötü” olarak bastırdığı tarafı yani gölgesiyle ile bütünleşmesini sağlayacaktır.

Analitik psikolojinin kurucusu olan Jung, tıp ve psikiyatri kökenli bir ruh çözümlemeci olarak yaşantımızın tesadüflerden ibaret olmadığını, kolektif bilinçten bilincimize yansıyan imge ve sembollerin bilincimizdeki Persona’ları yani tutunduğumuz “zeminleri” sorgulatan bir yönü olduğunu göstermektedir.