Anima ve animus kavramları, Jung’un derinlik psikolojisi alanına yaptığı en önemli katkılardan biri olarak kabul edilir. Bu kavramlar üzerinde çalışırken çağdaş toplumsal cinsiyet çalışmaları ve özellikle post-modernitede değişen toplumsal cinsiyet kimliği ışığında çalışmak zordur. Jung’un anima-animus üzerine çalışmasını tamamlamasından bu yana cinsiyet kimliğinde ve cinsiyet kimliklerimizle olan ilişkimizde önemli bir değişim olduğunu kabul ederken aynı zamanda kavramın en değerli boyutu olduğuna inandığımız şeyi ortaya çıkarmak için, Jung sonrası çalışmalarda yapılan çalışmalara ve Jung’un orijinal çalışmasına ilişkin modern yoruma dayanan daha çağdaş bir model geliştirilmiştir.
Öncelikle klasik anima-animus modeli, sonrasında bu psikolojik yapının daha çağdaş bir yorumu sunacağım. İlk ele alacağımız model, Jung’un klasik anima ve animus modelidir, ancak bu modelin cinsiyet kimliğine ilişkin tartışmaya açık kısımları da vardır. Yine de, klasik modelin muazzam bir değeri olduğu ve size önce klasik bir bağlam sağlamadan daha çağdaş bir yaklaşım sunmanın, Jung psikolojisini tanıma ve anlama yolculuğunuzda ilerletici olmayacağını düşünüyorum.
A Critical Dictionary of Jungian Analysis eserinde anima ve animus, “her ikisi de bir erkeğin dişil ve bir kadının eril yönlerinin psişik imgeleri” olarak tanımlanmaktadır (Samuels, 1998). Zıtlıklar olarak görülürler, bilinç dışındadırlar ve bilinç dışı psişenin içinden işlev görürler. Bir erkeğin ya da kadının baskın psişik prensibiyle ilişkili olarak çalışırlar ve ruhun rehberleri olarak hareket ederler.
Yaratıcı Olasılıklar ve Bireyleşme Araçları
Anima ve animus, yaratıcı olasılıklar ve bireyleşme süreçlerinde önemli araçlar olarak değerlendirilmektedir. Jung’a göre, anima, bir erkeğin dişil yönünü tanımlar ve ruh, bireyin biyolojisi ve kişiliğine zıt cinsiyete bürünür (Jung, 1964). Bu bağlamda, erkeklerin dişil bir ruhu, kadınların ise eril bir ruhu olduğu fikri benimsenmiştir. Böylece, insanlar psikolojik açıdan her iki cinsiyeti de içermektedir.
Anima ve animus, psişede işleyen klasik ve arketipik cinsiyet özelliklerine sahiptir ve bireyin psikolojisi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bunlar, psikolojinin en önemli yönlerinden biri olan ilişkiselliği karakterize eder ve koşullandırır. Dünyayla, kişiler arası karşılaşmalarda başkalarıyla ve kendi içinizle, psikolojiniz içinde nasıl ilişki kurduğunuzdur. Anima ve animus, iç ve dış dünyada ilişki kurduğumuz köprülerdir. Anima tipik olarak yaşamı “hissetmekle”, animus ise “düşünmekle” ilişkilendirilir; dolayısıyla kendimiz, dünya ve etrafımızdakiler hakkında hissetme ve düşünme şeklimizin Jung terminolojisinde sırasıyla anima ve animus olduğunu anlarız.
Anima ve animus, yaratıcı olasılıklar ve bireyleşme süreçlerinde önemli araçlar olarak değerlendirilmektedir. Jung’a göre, anima, bir erkeğin dişil yönünü tanımlar ve ruh, bireyin biyolojisi ve kişiliğine zıt cinsiyete bürünür (Jung, 1964). Bu bağlamda, erkeklerin dişil bir ruhu, kadınların ise eril bir ruhu olduğu fikri benimsenmiştir. Böylece, insanlar psikolojik açıdan her iki cinsiyeti de içermektedir.
Anima ve animus, “gölge gibi” arketiplerdir. Gölge daha kişisel ve özneldir, anima-animus ise daha nesnel ve arketipik karakterdedir. Anima ve animus da öznel ve kişisel unsurlara sahiptir, ancak psişenin arketipsel, kişiler arası, tarihsel ve kültürel yönlerinden daha güçlü bir etkiye sahiptir. Jung, bu kavramları tanımlarken, insan psikolojisinin büyük resmini anlamamıza yardımcı olan önemli bir çerçeve sunmuştur (Jung, 1968).
Carl Gustav Jung’un analizleri, anima ve animus kavramlarının gölgeye göre daha az şekillendirilebilir olduğunu göstermektedir. Anima-animus kavramları, bireyin içsel çatışmalarını ve kendi cinsiyet kimliğiyle olan ilişkisini derinlemesine ele alırken, gölge ile yapılan çalışmaların daha karmaşık bir yolculuk gerektirdiği anlaşılmaktadır. Jung’a göre, bireyleşmeye giden yol, gölgeye yapılan zorlu yolculukla başlar; bu yolculuk kişinin karakterinin inkâr edilen belirli yönlerini sahiplenme sürecini başlatır. Jung, “Bireyleşme sürecine giden yol, her zaman kişinin kendi gölgesindeki unsurları kabul etmesiyle başlar” der (Jung, 1967). Hayatı değiştiren dönüşümler, gölgeyle ilk karşılaşmadan haftalar, aylar ya da yıllar sonra ortaya çıkabilir. Anima ve animus ile çalışma süreci, gölge ile çalışma sürecinden oldukça zorlu bir deneyim olarak ortaya çıkar. Dünyanın önde gelen Jungcu entelektüellerinden Wolfgang Giegerich, anima ve animus çalışmalarını Jung’un kişisel gelişimindeki temel bir yapı olarak tanımlamaktadır. Giegerich, “Anima ve animus ile yapılan çalışmalar, kişinin bireyleşmesinde belirleyici bir rol oynamaktadır” demektedir (2008). Jung psikolojisinde anima ve animus genellikle, karşı cinsten biriyle olan ilişki olarak nitelendirilir; örneğin, bir erkeğin anima’sı annesi, karısı veya kızı gibi figürlerden temsil edilirken, bir kadının animus’u babası, kocası veya oğluyla ilişkilendirilir. Ancak bu durum yalnızca tipik örnekler olup, esasen, karşı cinsten başka bir birey üzerinde yansıtma yapılmasının söz konusu olduğu unutulmamalıdır.
Anima ve animus, yalnızca kişilerle değil, aynı zamanda bireyin hayatta ilişki kurduğu diğer her şeyle olan tüm ilişkilerini yönetir. En önemlisi de, kişinin kendisiyle olan ilişkisidir. Hermafrodit ruhun, anima veya animusun bu içsel, bilinç dışı karakterinin gelişimi iki yönlüdür. Jung’a göre, kişideki anima ve animus, temelde kolektif bilinç dışından gelen dişil veya eril arketiplerin a priori (önceden var olan) arketipsel imgeleri tarafından şekillendirilir. “Bu arketipler, bireyin doğumundan önce ruhunda yer alır ve bunun yanı sıra, ataerkil veya anaerkil toplumların tarihsel ve kültürel gerçeklerinden etkilenir” şeklinde belirtmektedir (Neumann, 1955). Bu durum, psikolojik ve fizyolojik karakterin tüm genetik koşullanmasına uygun olarak, bireyin ruhunda mevcut olan dişil veya eril yönleri ifade eder. Ayrıca, içine doğulan zamanın tarihsel ve kültürel zeitgeist’i (çağın tini) de bireyin cinsiyet kimliğini oluşturmada etkilidir.
İçsel Dünyaya Bir Köprü
Anima ve animusun vurgulanması gereken önemli bir yönü de iç dünyaya bir köprü olmasıdır. Dolayısıyla, yalnızca kişinin dünyadaki nesnelerle, başkalarıyla ve kendisiyle ilişki kurduğu bir köprü işlevi görmez, aynı zamanda özellikle kolektif bilinçdışıyla bağlantı kurmak için de bir araçtır. Jung’a göre, “Anima, bilinçli zihin ile bilinç dışı olanlar arasında bir köprü kurar; bu, ruhsal bir anlayışın gelişmesi için elzemdir” (Jung, 1964). Anima veya animus yapıcı yani olması gerektiği gibi işlediğinde, ilham perisi olarak işlev görür; kolektif bilinçdışının sesi, kişinin yaratıcılık, ilham ve sezgi kaynağı ile bağlantı kurabildiği aracıdır. Diğer bir deyişle, fikirler, hayal gücü, ilham ve sezgi anima veya animus tarafından uyandırılır ve iletilir.\n\nBununla birlikte, anima veya animus ideal şekilde işlemediğinde veya işlevsiz hale geldiğinde, tam tersi bir etki yaşanır. Kişinin başkalarıyla, dünyayla ve kolektif bilinçdışıyla bağlantı kurabileceği zengin bir ortamdan ziyade, bu durum kişiyi ilişkilere kapatarak izole edebilir. Marie-Louise von Franz, bu durumu, “Anima ve animus işlevsiz olduğunda, bireyi anlamlı ilişkilerden koparan engeller oluşturabilir” şeklinde açıklamaktadır (Von Franz, 1994). Bu fikirden bahseden arketipik bir rüya imgesi, kişinin cam bir odanın içinde bulunduğu veya cam pencerelerle eylemden ayrıldığı durumdur. Örneğin, rüya görenin arkadaşlarının kutlama yaptığı bir restoranın dışında olduğu bir rüyası, bu durumu özel bir örnekle temsil eder. Pencereler, rüya görenin arkadaşlarını görebildiği ancak onlarla bağlantı kuramadığı bir bariyer oluşturmaktadır. Bu, animus ve anima ideal olarak işlemediğinde neler olduğunu gösteren arketipik bir imgedir ve anlamlı ilişkilerin önünde bir engel teşkil eder. Kişi anlamlı ilişkiler kuramaz veya bu ilişkilerden kaçar. Bu tür bir animus figürü, masallarda, genç gelinini dünyadan kopuk bir şekilde camdan bir dağda ya da izole bir kalede esir tutan Mavi Sakal tarafından mükemmel bir şekilde tasvir edilir.
Anima ve Animusun Arketipik Eril ve Dişil Özellikleri Anima (dişil ilke) ilişkiselliği yönetir; duygu, his, empati, insan ilişkilerini teşvik eder, sanatsal, yaratıcı, estetik takdir ve niteliksel değerlendirme yeteneğine sahiptir. Jung, anima’nın özelliklerini tanımlarken, “Anima’nın kapasiteleri besleyici, yaratıcı ve kalıcı enerjiye sahiptir” demektedir (Jung, 1953). Anima’nın bu nitelikleri, kişinin içsel dünyasında derin bir etki yaratır. Animus (eril ilke) güç istencini, rasyonel düşünceyi, mantığı, matematiği, bilimi, teknolojiyi, niceliksel değerlendirmeyi yönetir. Erich Neumann’a göre, “Animus’un kapasiteleri, avcı, savaşçı, enerji patlamaları, odaklı ve aktif olarak ortaya çıkar” (Neumann, 1955). Bu nitelikler, erkeklik ile ilişkilendirilen arketipsel nitelikleri ortaya koyar.\n\nBu liste, arketipik eril ve dişil nitelikler olarak anladığımız şeyleri aktarmaktadır ve Jung ve onun yoldaşlarının yaptığı çalışmaların, ruhsal içsel dinamikleri anlamamızda ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir.
Anima ve Animus Kavramlarının Cinsiyet Dinamikleri Üzerindeki Etkisi
Carl Gustav Jung, anima ve animus kavramlarını 20. yüzyılın başlarında Avrupa’da geliştirdiğinde, cinsiyet ilişkileri bugünkünden çok farklıydı. Zamanının bir erkeği olarak, cinsiyetçi varsayımlarda bulundu. Anima ve animusun her bireyde var olduğuna inanmasına rağmen, kadınların ve erkeklerin belirli öngörülen davranışlarla ilişkilendirilmesi gerektiğini savundu. Her kişi, hem dişil hem de eril yönleri içermektedir, ancak toplum bu dualiteyi karşı cinsin belirli kişilik ve davranış biçimleri olarak standartlaştırmaktadır.
Günümüzde, biyolojik cinsiyet niteliklerini dünyaya taşırken, psikolojik cinsiyet tanımamızın daha akışkan ve belirsiz olduğunu kabul ediyoruz. Bu noktada Jung’u eleştirenler için ironik bir durum vardır: Jung, insanların içindeki hem dişil hem de eril dürtülerin varlığını kabul ederek daha hermafrodit bir cinsiyet kimliğinin öncüsü olmuştur. Bugünün yeni nesil anlayışında anima ve animus, cinsiyetle sınırlı tanımlamalardan bağımsızdır ve “düşünme” yerine “hissetme ve düşünme” kapasitelerine atıfta bulunabiliriz.
İşlevselik ve İşlevsizlik
Anima işlevsel olduğunda, sevgi dolu, sıcak, besleyici, şefkatli, yaratıcı, sosyal, nazik, empatik ve zengin bir duygu yaşamına sahip olarak tanımlanabilir. Ancak, anima işlevsiz hale geldiğinde, melankoli, dırdır, kıskançlık, manipülatif davranışlar, aşırı sahiplenme ve zorlayıcı cinsellik gibi olumsuz özellikler devreye girebilir. Jung, “Anima’nın işlevsiz olduğu durumlarda, kişi içsel bir uyumsuzluk ve yalnızlık hissi yaşayabilir” demektedir (Jung, 1953). Anima’ya tutulmuş veya onun tarafından ele geçirilmiş bir birey, tipik olarak pasifleşir ve maddi dünyada, özellikle de bedende hapiste kalır; bu yüzden ruhsal veya aşkın boyutlarla bağlantı kurmakta güçlük çeker. İşlevsel animus ise eylemci bir yapıdadır. Her bireyin içindeki, harekete geçmemize yardımcı olan ve bizi sabahları yataktan kaldıran ruhtur. Pasiflik içimizde güçlü bir dürtü olarak yaşamaktadır. Harekete geçme isteği, animusun işleviyle ilgili niteliklerden biridir. İşlevsel animusun diğer nitelikleri arasında liderlik, köprü kuruculuk, rasyonellik, mantık, kendine güven ve bağlılık gösterme vardır.
Öte yandan, işlevsiz animusun nitelikleri arasında narsisizm, yargılayıcılık ve savaşçı olmanın olumsuz yanları bulunmaktadır. Animus tarafından ele geçirilmiş bir kadın, Eros’tan (ilişkisellik) kopmuş olup, tipik olarak güç istenci ile hareket etmektedir. Toplumsal cinsiyet rolüyle yüksek oranda özdeşleşmiş bireyler, aşırı kadınsı bir şekilde davranmakta ve bu durum, animus ile belirli bir ilişkiyi geliştirmektedir. Bu tarz bir persona, kadın olmanın ne anlama geldiğine dair belirli sabit fikirlerin oluşmasına yol açar. Erich Neumann, “Animus, kadının kendisini annelik, ideal kadınlık veya tanrıça gibi yüksek rollerle özdeşleştirmesine neden olabilir” demektedir (1955). Dolayısıyla, ultra feminen bir kadın, derinlemesine maskülen bir ruha sahip olabilir ve hayatına arketipik masküleni çekme olasılığı yüksektir. Animus pozisyonundaki bir kadın, dış görünüşün ardında çelik gibi bir sertlik barındırır. Bunun tam tersi durum da geçerlidir; son derece erkeksi ya da maço bir erkeğin, duygusal, yumuşak ve kırılgan bir yanı olabilir. Jung, “tek yanlı cinsiyet özelliklerinin bir dereceye kadar partnerleri tarafından telafi edileceğini varsayar.” ifadesiyle bu durumu özetler (1964).
Anima pozesyonu erkekte efemine tavırlar veya homoseksüellik şeklinde tezahür edebilir. Ancak bu tavırlarının ardında sıklıkla sert karakterler bulmak mümkündür; davranışlarını eleştirmenin hata olacağını unutmamak gerekir. Jung, bu tutumun çok sert olabileceğini öne sürmektedir (Jung, 1964). Jung, bilinçdışının bilinçli tek taraflılığı telafi ettiği fikrini savunur. Belirli bir bilinçli konum kabul edilip onunla özdeşleşildikçe, bilinçdışı, kişinin rüyalarında, fantezi yaşamında ve diğer insanlarla karşılaştığı karşıt zıtlıkları kurar. Örneğin, gösterişli, dışavurumcu ve zengin bir duygu dünyasına sahip bir eşle tanışan çok erkeksi bir erkek, kendisinde var olan ancak ifade edilmesine izin verilmeyen tüm bu yetilere dolaylı olarak erişebilir. Bu duyguları, eşinin aracılığıyla deneyimleme olanağı bulur. Böylelikle, anima veya animus’unun bir imgesi aracılığıyla bireyin ruhu, bir anlayış geliştirebilir. Kişinin başkalarıyla nasıl ilişki kurduğu, nerede zorluk yaşadığı ve gelişime açık olduğu konularında pek çok şey öğrenilebilir. En önemlisi, kendinizle ve dünyayla olan ilişkinizi de gözler önüne seren bu süreç, anima ve animusun işlevine dair daha derin bir anlayış geliştirme imkanı sunar. Bu anlayış, bireyleri aşırı ve tek taraflı cinsiyet tanımlamalarından kurtararak, partnerleriyle olan ilişkinin ve içinde bulundukları dünyanın nasıl karakterize edildiğini fark etmelerine yardımcı olur.nnAsıl mesele, kişinin anima ve animusunu başlangıçta karşı cinsten ebeveynine, yetişkin yaşamında ise karşı cinsten partnerine yansıtmasıdır. Partnerin, bu işlevi taşımak zorunda kaldığı çoğu zaman gözlemlenir; bireyleşmeniz, benliğinizle tamamlanmanız, onunla olan ilişkiniz aracılığıyla gerçekleşir. Tabiri caizse, onlar olmadan yalnızca yarım bir insansınızdır ve birlikte bir bütün oluşturursunuz. Ancak bu, zaman zaman zorlayıcı bir karşılıklı bağımlılığa dönüşebilir. Jung, bu bilinçdışı anlaşmanın şu şekilde olduğunu belirtmektedir: “Sen kadın rolünü oyna, ben de erkek rolünü oynayayım.” Ancak, gerçek psikolojik olgunluğa giden yol, bu yansıtmaların geri çekilmesini ve bu niteliklerin kendi içinizde yeniden kazanılmasını gerektirir.
Referanslar
Giegerich, W. (2008). The Soul’s Logical Life: The Nature of Thought and Meaning. Chiron Publications.
Jung, C. G. (1964). Man and His Symbols. Anchor Books.
Jung, C. G. (1968). Psychological Aspects of the Persona. The Archetypes and the Collective Unconscious*. Princeton University Press.
Jung, C. G. (1967). Psychological Types. Princeton University Press.
Samuels, A. (1998). A Critical Dictionary of Jungian Analysis. Routledge.
Neumann, E. (1955). The Great Mother: An Analysis of the Archetype. Princeton University Press.