(Alıntılar), Kırmızı Kitap, Kaknüs Yayınları, Sayfa 101-102
“Bu da 1 9 1 3 yılının Ekim ayında bir yolculuğa çıkmak üzere ev den ayrıldığım sırada gerçekleşti. O gün bir görümün büyük gün ışığıyla sarsıldım: Korkunç bir selin Kuzey Denizi ile Alpler arasında kalan kuzeydeki ve alçaklardaki toprakların tümünü kapladığını gör düm. İngiltere’den yukarıda Rusya’ya ve Kuzey Denizi sahillerinden ta Alpler’e kadar uzanıyordu. Sarı dalgaları, yüzen enkazları ve sayısız binlerce ölümü gördüm.
Carl Gustav Jung’un “Kırmızı Kitap”ından paylaştığınız bu alıntı, onun yoğun içsel deneyimlerinin ve vizyoner imgelerinin bir örneğidir. Bu eser, Jung’un kendini keşfetme sürecinde yaşadığı derin ruhsal deneyimlerini ve sembolik vizyonlarını içerir.
Jung, 1913 yılının Ekim ayında yaşadığı güçlü bir görümden bahsediyor. Bu vizyon, büyük bir selin Kuzey Denizi ile Alpler arasındaki bölgeleri kaplaması ve birçok insanın ölümünü içermekte. Jung’un bu vizyonları bireysel ve kolektif bilinçaltının sembolik imgelerini yansıtır.
Jung’un görüsü, kendi ruhsal ve psikolojik çalkantılarının sembolüdür Su, bilinçdışı ve duygusal içeriklerin sembolü olarak kullanılır. Jung’un gördüğü sel, bilinçdışı duygusal patlamaları ve bilincin bu duygular tarafından boğulma korkusunu ifade edebilir.
Jung, bireysel bilinçaltının ötesinde kolektif bilinç dışı kavramını da geliştirmiştir. Bu vizyon, yaklaşmakta olan I. Dünya Savaşı ve onun getireceği kitlesel yıkımı öngördüğüne dair bir sembol olabilir. Gerçekten de, bir yıl sonra, 1914’te I. Dünya Savaşı patlak verdi ve bu savaş, Avrupa’da büyük yıkıma neden olur.
Bu satırları okurken, Jung’un kendi spiritüel dönüşüm süreci de göz önünde bulundurulmalıdır. Bu sel, eski zihinsel yapıların yıkılması ve yeni bir bilinç durumunun ortaya çıkışı anlamına gelebilir. Yüzen enkazlar ve kayıplar, eski inançlar ve kimliklerle vedalaşmanın zorunluluğunu sembolize eder.
Görü iki saat sürdü, zihnimi bulandırdı ve beni hasta etti. Buna bir yorum getiremedim. İki hafta geçtikten sonra görü öncekinden daha da şiddetli olarak geri döndü ve içimden bir ses şöyle dedi: “Bak buna, bu tamamen gerçek ve yaşanacak. Bundan kuşkun olmasın.” Yine iki saat boyunca bu görüyle boğuştum ama beni sıkı sıkıya tutmuştu. So nunda bitkin ve aklı karışmış bir halde bıraktı beni. Zihnimin çıldırdığını düşündüm.”
Jung, başlangıçta bu vizyonlara bir yorum getirememesi ve onları anlayamaması yüzünden büyük bir kafa karışıklığı yaşamış. Ancak içinden bir sesin bu deneyimlerin “tamamen gerçek ve yaşanacak” olduğunu söylemesi, bu görümlerin sadece rastgele zihinsel görüntüler olmadığını, bir tür derin ve anlamlı içsel bilgi ya da öngörü taşıdığını vurguluyor.
“Zihnimin çıldırdığını düşündüm” ifadesi, Jung’un bu vizyonları yaşarken yaşadığı yoğun kaygıyı ve zihinsel sağlığı üzerindeki korkularını açıkça gösterir. Jung, bilincin ve bilinçdışının bu tür güçlü karşılaşmalarında sınırları zorlamış ve kendi zihinsel sınırlarıyla yüzleşmiştir.
Jung’un bu görülerinin ve deneyimlerinin, bilinçdışının güçlü ve kontrol edilemez bir şekilde bilinç düzeyine çıkışının sembolü olduğunu düşünebiliriz. Sel ve yıkım imgeleri, bilinçdışının kuvvetli ve yıkıcı olabilecek potansiyelini temsil edebilir. Jung, kendi teorik çalışmaları doğrultusunda, bu bilinçdışı malzemeyi entegre etme sürecinde önemli dersler çıkaracaktır.
1913 yılında Jung’un bu deneyimleri yaşamasının dikkate değer bir başka yönü, I. Dünya Savaşı’nın patlak vermek üzere olduğu bir döneme denk gelmesidir. Bu vizyonlar, yaklaşan savaşın ve onun getireceği yıkımın kolektif bilinçaltında bir yansıması olarak da yorumlanabilir. Jung, bireysel bilinçaltının yanı sıra kolektif bilinçaltının da bu tür arketipsel imgelere sahip olduğunu savunmuştur.
Jung’un görülerini ve onların üzerindeki etkilerini anlamaya çalışmak, onun kimlik, varoluş ve bilinç üzerine derin düşüncelerinin ve felsefi sorgulamalarının da bir parçasıdır. Bu süreç, onun ruhsal ve varoluşsal dönüşümünde önemli bir rol oynamıştır.
“O günden sonra hemen önümüzde duran korkunç olayın kaygısı hep geri geldi. Bir keresinde de Kuzey ülkelerinden bir kan denizinin kopup geldiğini gördüm. 1 9 1 4 yılının Haziran ayında, ayın başında ve sonunda ve Temmuz ayının başında aynı düşü üç kez gördüm: Yabancı bir ülkedeydim ve yazın ortasında geceleyin birdenbire uzaydan korkunç bir soğuk indi. Bütün denizler ve akarsular buzla kaplandı, yaşayan her şey dondu kaldı.”
İkinci düş buna enikonu benziyordu. Oysa Temmuz ayının başın da gördüğüm üçüncü düş şöyleydi: İngiltere’nin uzak bir yerindeydim. Vatanıma olabildiğince hızlı bir gemiyle dönmem gerekiyordu. ‘ Hızla eve döndüm . Ülkemde yazın ortasında uzaydan korkunç bir soğuğun indiğini ve bütün canlıları buza çevirdiğini gördüm. Yapraklı, ama meyvesiz bir ağaç vardı. Don la birlikte yaprakları sağaltıcı bir suyu olan üzümlere dönüşmüştü. Üzümlerden topladım ve bekleyen büyük bir kalabalığa verdim.”
Yapraklı ama meyvesiz ağaç, yaşamın sembolüdür ancak ürün vermemesi, bereketin eksikliğini veya üretkenliğin engellenmesini ifade edebilir. Yaprakların üzümlere dönüşmesi, yaşamın yeniden canlanması ve Diyonysos’un bereket getiren doğasının sembolik bir ifadesi olabilir.
Üzümleri kalabalığa verme eylemi, Diyonysos’un cömertliğini ve paylaşmayı temsil edebilir. Ayrıca, kalabalıkla paylaşma, Diyonysos’un toplumsal birlikteliği ve insanlar arasındaki bağı teşvik etme arzusunu yansıtır. Diyonisos bu bağlamda feminen yani dişil fonksiyonunu ortaya koyar.
Bekleyen büyük kalabalık, toplumun ve insanların Diyonysos’a olan ilgisini ve ihtiyacını yansıtabilir. Diyonysos’un mitolojik hikayelerinde sık sık kalabalıklarla ilişkilendirilmesi, onun popülerliği ve toplumsal etkisiyle ilişkilendirilebilir.
Jung’un Kırmızı Kitap’ı Diyonizyen bir içeriğe sahiptir. Kitabın tamamı bilinenin parçalanması ve bilinmeyenin yaratılması üzerinedir. Bu bağlamda, egonun benlik tarafından parçalanması, tüm bildiklerini unutması ve yeniden yapılanması, Jung’un daha ince de belirttiği gibi “Yüce Anlam” ın şişede yaratılması gerekir. Bu gereklilik bireyleşme sürecinin en önemli yapılanmasıdır.
Derinliklerin tini ise şöyle dedi: “Kurbanı ne kimse durdurabilir ne de durdurmalıdır. Kurban-verme yıkım değil, olacakların temel taşıdır. Sizin manastırlarınız yok muydu? Sayısız binler çöllere gitmedi mi? Manastırı içinizde taşımalısınız. Çöl sizin içinizde. Çöl sizi çağı rıyor ve geri çekiyor. Şimdiki zamanın dünyasına demirle bağlanmış bile olsanız, çölün çağrısı bütün zincirleri kıracaktır. Doğrusu, ben sizi yalnızlığınıza hazırlıyorum.”
Kurbanın dönüşüm ve yenilenme sürecini temsil ettiği düşünülebilir. Kurban, eski benliğin yıkımı ve yeniden doğuşuyla ilişkilendirilir.
“Manastırı içinizde taşımalısınız. Çöl sizin içinizde.” ifadeleri, insanın iç dünyasındaki derinlikleri ve yalnızlığı temsil eder. Dionysos kültü, içsel manastırın ve çölün sembolik anlamlarıyla bağlantılıdır. İçsel yolculuklar, manastırın keşfi ve çöldeki yalnızlıkla yüzleşme sürecini içerir.”Şimdiki zamanın dünyasına demirle bağlanmış bile olsanız, çölün çağrısı bütün zincirleri kıracaktır.” ifadesi, içsel özgürlüğün ve dönüşümün mümkünlüğünü vurgular. Dionysos kültü, kişisel sınırların aşılması ve özgürlüğün bulunmasıyla ilişkilendirilir. “Doğrusu, ben sizi yalnızlığınıza hazırlıyorum.” ifadesi, içsel yolculuğun ve dönüşümün zorluğunu ve yalnızlığı kabullenme gerekliliğini vurgular. Dionysos kültü, yalnızlık ve içsel keşif arasındaki bağı temsil eder.