(Alıntılar), Kırmızı Kitap, Kaknüs Yayınları, Sayfa 104-105
1913 yılının Ekim ayında sel görüsünü yaşadığım dönem bir insan olarak benim için önemliydi. Bu dönemde, hayatımın kırkıncı yılında, kendim için istediğim her şeye ulaşmıştım. Onur, güç, zenginlik, bilgi ve her türlü insani mutluluğa ulaşmıştım. Neden sonra bu debdebenin artmasını istemekten vazgeçtim, istek benden çekildi ve yılgıya kapıldım. Sel görüsü beni ele geçirmişti ve derinliklerin tinini hissetmiştim ama onu anlamamıştım. Yine de o beni katlanılmaz bir içsel özlemle sürmeye devam etti ve şöyle dedi:
Jung, “hayatımın kırkıncı yılında” diyerek, bireyin yaşamına bir dönüm noktası olarak bakar. 40 yaş “Yaşamın Orta Noktası” yani Bireyleşme Sürecinde” (individuation) önemli bir zaman dilimini temsil eder. Bu süreç, bireyin kendini daha derin bir biçimde anlaması ve kendi bütünlüğüne ulaşması anlamına gelir. Jung’un bu dönemde sel görüsünü yaşaması, bilinçdışının onunla iletişime geçtiği ve ona derin içsel mesajlar verdiği bir zamandır. Bilinç dışı içeriklerin bilince doğru taşması, egonun ve bildiklerimizin parçalanmasıdır. Orta yaş krizi, tam da “her şey tamam, tam da istediğim yerdeyim.” dediğimiz anda başlar. Her şey yolunda giderken bile hissettiğimiz bir eksiklik ve yetersizlik duygusu içimizi kaplayabilir. Tam da bu noktada daha evvelden hiç keşfetmediğimiz karanlık bir alana yolculuğumuz başlar.
Sel görüsü, bilinçdışının güçlü bir sembolüdür. Su, özellikle bir sel şeklinde olduğunda, bilinçdışının büyük ve kontrol edilemeyen gücünü temsil eder. Jung’un bu sel görüsüne yakalanması, bilinçdışının onun yaşamındaki etkisini ve onu yönlendiren derin psikolojik süreçleri simgeler. Bilinç dışının kendine haz bir zekası vardır ve içindeki arketipik imgelerle bağlantılı kurar. Bu bağlantı kişinin hem kendisiyle hem de kolektifle derin bir ilişki kurmasını temsil eder. Kişi kendisiyle ilişki kurmaya başladıkça dış dünya ile olan ilişkisi de dönüşmeye başlar.
“Ruhum, neredesin? Beni işitiyor musun? Konuşuyorum, sana sesleniyorum. Orada mısın? Bütün ülkelerin tozunu ayaklarımdan silkeledim ve sana geldim, seninleyim. Uzun uzun dolaştıktan sonra, uzun yıllardan sonra yine sana geldim. Gördüğüm, yaşadığım ve tadını çıkardığım her şeyi sana anlatayım mı? Yoksa yaşamın ve dünyanın tüm o gürültüsünü işitmek istemez misin? Yine de bir şeyi bilmelisin; öğrendiğim bir şey insanın bu hayatı yaşamasının gerektiği.
Jung, burada doğrudan ruhuna hitap ederek bir içsel diyalog başlatır. Jung’a göre, ruh, bireyin bilinçdışının sembolik bir temsilidir ve bu diyalog, kişinin kendi bilinçdışı ile bağlantı kurma ve kendi içsel gerçekliğini anlama çabasını simgeler.
“Ruhum, neredesin?” sorusu, Jung’un bilinç dışını aradığını ve onunla bağlantı kurma çabasını ifade eder. Bu, kişinin bilinçdışı tarafından yönlendirilen davranışların farkına varma sürecini simgeler.
Jung, “Bütün ülkelerin tozunu ayaklarımdan silkeledim ve sana geldim” diyerek, dış dünyadan ve geçmiş deneyimlerden ayrıldığını ve kendini tamamen içsel dünyaya adadığını belirtir. Bu, bireyin geçmiş deneyimleriyle yüzleşmesi ve bilinç dışında saklanan unsurları ortaya çıkartması gerektiğini vurgular. “Gördüğüm, yaşadığım ve tadını çıkardığım her şeyi sana anlatayım mı?” ifadesi, bilinçli zihnin deneyimleri ve anılarının bilinçdışı ile paylaşılması sürecini temsil eder. Jung burada, bireyin kendi hayat hikayesini ve elde ettiği bilgileri bilinç dışına aktarması gerektiğini belirtiyor. Bu aktarım, bilinç ve bilinçdışı arasındaki entegrasyonu sağlar. Bilinç dışının bilince çıkmasının tam tersi bir süreci başlatır. Bilinçli yaşantımda neler yaptığını bilinç dışının fark etmesini istemek, kahramanın yani egonun yolculuğunda birikimlerle dolu çantasını
“Öğrendiğim bir şey; insanın bu hayatı yaşamasının gerektiği,” ifadesi, Jung’un yaşamın ve gerçek dünya deneyimlerinin önemini kabul ettiğini gösterir. Bu, bireysel deneyimlerin ve yaşanmışlıkların, kişinin ruhsal gelişimi ve bireyleşme süreci için temel olduğunu vurgular. Jung, bireyin dünya ile etkileşim içinde olarak ruhsal gelişim sağlayabileceğini ifade eder. Hayatın ilk yarısında egonun dünyevi hazlar ve güçler peşinde olduğu bir gerçektir. Zira egonun gelişimi yani sağlam bir temele oturması için bu süreç gereklidir. Çünkü ancak sağlam bir ego, dönüşüm sürecine girebilir. Ego zayıfken bilinç dışı sürece, yani dönüşüm sürecine giremeyiz. Kişinin kendinin farkına varması yani bilinç seviyesinin yükselmesi ancak gelişmiş bir ego sayesinde olur. Belirli alanlarda ego yapılanması gelişmemiş olan birey, arketipsel alanların hakimiyetinde kalarak davranışlarının ve seçimlerinin farkına varamaz. Bu nedenle yaşantısına karşı yeni bir bakış açısı üretemez. Başına gelen çoğu olay için “kader” der.
Bu hayat yoldur, bizim tanrısal diyeceğimiz akıl sır ermez olana giden, nicedir aranan yoldur. Başka yol yok, diğer tüm yollar yanlış izde. Ben doğru yolu buldum, o beni sana, ruhuma getirdi. Tavlanmış, arınmış olarak sana döndüm. Beni hala tanıyor musun? Ayrılık ne uzun sürdü! Her şey ne kadar da değişti. Peki seni nasıl buldum? Ne görülmemiş bir yolculuktu! İyi bir yıldızın bana nice karmaşık yollarda rehberlik ettiğini sana hangi sözlerle anlatayım? Elini ver bana, benim neredeyse unutulmuş ruhum. Hayat beni sana geri getirdi. Yaşadığım tüm mutlu ve tüm üzgün saatler için, her neşe ve her keder için hayata teşekkür edelim. Ruhum, yolculuğum seninle devam edecek. Seninle dolaşacağım ve ıssızlığıma yükseleceğim.”
Jung, “ruhuma getirdi” ifadesiyle, kendi bilinçdışıyla olan bağlantısının derinleştiğini ve kendini aradığı uzun yolculuğun sonunda ruhuyla yeniden buluştuğunu belirtir. Jung’un psikanalitik teorisinde ruh, bireyin bilinçdışının sembolik bir temsilidir ve bu ruhla temas, kişinin kendi iç dünyasının derinliklerine inişini simgeler.
Jung, “Ben doğru yolu buldum” diyerek, aslında kendi içsel yolculuğunda önemli bir keşif yaptığını ifade eder. Yol, bilgelik, içsel rehberlik ve bilinçdışının yönlendirmesiyle bulunmuştur. Bu yol, onu kendi ruhuna, yani bilinç dışına yönlendirmiştir. Bu nedenle “diğer tüm yollar yanlış” ifadesi, bireyin gerçek benliğine ulaşma yolculuğunda kendi içsel rehberliğine güvenmesi gerektiğini belirtir.
“Beni hala tanıyor musun?” sorusu, uzun süren içsel yolculuğun ardından bireyin kendisiyle ve kendi bilinçdışıyla yeniden tanışma sürecini ifade eder. Bu süreçte yaşanan değişimler ve dönüşümler, bireyin kendi benliğiyle yeniden bağlantı kurma gerekliliğini vurgular.
“İyi bir yıldızın bana nice karmaşık yollarda rehberlik ettiğini” ifadesi, Jung’un bilinç dışı süreçlerdeki arketipik yönlendirmelere olan inancını gösterir. Yıldız, burada bir arketipik sembol olarak kullanılmakta ve bireyin içsel rehberliğini, yani bilinçdışının yönlendirmesini temsil etmektedir.
“Yaşadığım tüm mutlu ve tüm üzgün saatler için, her neşe ve her keder için hayata teşekkür edelim” ifadesi, bireyin tüm yaşanmışlıklarını kabul etmesi ve tüm deneyimlerinin, içsel büyüme ve bireyleşme sürecinde önemli olduğunu anlaması gerektiğini belirtir. Bu, psikanalitik açıdan bireyin yaşamındaki tüm deneyimlerin, bilinçdışının keşfi ve entegrasyonu için gerekli olduğunu vurgular. Tüm yaşanılan deneyimler, bireyin o anki bilinç seviyesine göre deneyimlenir. Her deneyim, kişinin bir önceki deneyiminden kısmen de olsa farklıdır. Kişinin dönüşüm sürecine girmesi ancak tüm deneyimlerini yani iyi ve kötü yanlarını, hatalarını olduğu gibi kabul etmesiyle, benlik karşısında tüm güçsüzlüğünü kabul etmesiyle gerçekleşir. Çünkü, benlik egoyu parçalamak için karşısına çıkmıştır. Yani tüm bildiklerini yerle bir etmek için.
Psikanalitik açıdan, bu yolculuk bilinçdışıyla temas, gölgeyle hesaplaşma, arketipik rehberlik ve nihayetinde kendini gerçekleştirme süreçlerini kapsamaktadır. Jung, bu süreçte, bilinç ve bilinçdışı arasındaki entegrasyonu sağlamış ve daha bütünleşmiş bir benliğe ulaşma yolunda önemli adımlar atmıştır.
Derinliklerin tini beni bunu söylemeye ve aynı zamanda ken dime karşı bunu çekmeye zorladı çünkü henüz bunu beklemiyordum. Hala bu çağın tini altında yolunu kaybetmiş çabalıyor ve insan ruhu uzerine farklı düşünüyordum. Ruh üzerine ne çok düşünüyor ve ne çok söylüyordum. Onun hakkında bilgece sözcükler biliyor, onu yargılıyor ve bilimsel bir nesneye dönüştürüyordum. Ruhumun, yargımın ve bilgimin nesnesi olamayacağını hesaba katmıyordum; oysa asıl be nim yargım ve bilgim ruhumun nesnesiydi. Böylece derinlerin tini heni ruhumla konuşmaya, ona yaşayan ve kendinde var olan bir varlık olarak seslenmeye zorladı.
“Derinliklerin tini” ifadesi, bilinçdışının derin ve gizemli doğasını temsil eder. Jung, bilinçdışının sezgisel ve yönlendirici bir güce sahip olduğunu belirtir. Bu derinliklerden gelen ses, bireyin bilinçli arzularına ve beklentilerine karşıt olarak ortaya çıkar, çünkü bilinçdışı, bilinçten bağımsızdır ve kendi dinamiklerine sahiptir.
“Henüz bunu beklemiyordum” ifadesi, Jung’un bilinçdışı ile yüzleşmek konusunda başlangıçta hazırlıksız olduğunu gösterir. Bu, bireyin bilinçli zihninin, bilinçdışı süreçler tarafından nasıl sürprize uğrayabileceğini ve bu deneyimlerin başlangıçta sarsıcı olabileceğini belirtir.
“Bu çağın tini altında yolunu kaybetmiş” ifadesi, Jung’un zamanının entelektüel ve kültürel baskılarından etkilendiğini gösterir. Çağın tini, dönemin hakim düşünce sistemleri ve bilimsel paradigmalardır. Jung, modern bilim ve felsefenin etkisi altında, ruhu rasyonel ve analitik bir şekilde ele almıştır.
“Ruh üzerine ne çok düşünüyor ve ne çok söylüyordum” ifadesi, Jung’un ruhu bilimsel bir nesne olarak incelediğini ve analiz ettiğini belirtir. Jung, ruhun derin doğasını anlamadan, onu sadece bilgi ve yargı nesnesi olarak ele aldığını kabul eder. Bu, Jung’un kendi yöntemlerinin ve bakış açısının eleştirisini içerir. Ruhsal yapımızı hissetmek ve sezmek yerine onun hakkında konuşmayı tercih ederiz. Bu nedenle bu durum bizi sınırlar.
“Ruhumun, yargımın ve bilgimin nesnesi olamayacağını” ifadesi, Jung’un ruhun aslında kendi yargıları ve bilgilerinden bağımsız, öznel bir gerçeklik olduğunu keşfetmesidir. Ruh, bireyin içsel dünyasının derin bir parçasıdır ve bilinçli zihin tarafından tam anlamıyla kontrol edilemez. Bu, Jung’un ruhsal deneyimlerin nesnel analizle tam olarak kavranamayacağını anladığını gösterir.
“Ruhumla konuşmaya, ona yaşayan ve kendinde var olan bir varlık olarak seslenmeye zorladı” ifadesi, Jung’un ruhla yeni bir ilişki kurma zorunluluğunu ve onu yaşayan bir varlık olarak kabul etme gerekliliğini ifade eder. Bu, onun bilinçdışıyla diyalog kurma ve içsel deneyimleri kabul etme gerekliliğini anlatır.
Jung’un bu alıntıda belirttiği üzere, ruh bağımsız bir varlıktır ve bireyin bilinçli yargılarının ve bilgilerinin ötesindedir. Ruh, bireyin bilinçdışının derinliklerinde yaşayan ve kendi dinamikleriyle var olan bir güçtür. Jung, ruhla diyalog kurmanın ve onu yaşayan bir varlık olarak kabul etmenin önemini vurgular. Ruhla diyalog, bilinçdışının dinamiklerini anlama ve bireyleşme sürecinin önemli bir parçasıdır. Bu diyalog, bireyin kendi içsel dünyasıyla daha derin bir bağ kurmasını sağlar.
Jung’un ruhsal yolculuğunda yaşadığı içsel dönüşümü ve ruhla yeni bir ilişki kurma çabasını derinlemesine yansıtmaktadır. Jung, bilinçdışının derinlikleriyle yüzleşmenin ve ruhla diyalog kurmanın, bireysel psikolojik bütünleşme ve dönüşüm için gerekli olduğunu belirtir. Bu süreç, bireyin kendini ve kendi gerçeğini daha derin bir seviyede anlamasını sağlar. Modern düşüncenin sınırlamalarını aşarak, ruhun bağımsız ve yaşayan bir gerçeklik olarak kabul edilmesi gerektiğini ifade eder. Bu metin, bireyin içsel yolculuğunda bilinçdışının rehberliğinin ve ruhla diyalogun önemini güçlü bir şekilde vurgulamaktadır.
Buradan derinliklerin tininin ruhu nasıl gördüğünü öğreniyoruz: Onu yaşayan ve kendinde var olan bir varlık olarak görüyor ve böylece ruhu insana bağımlı, yargılanmasına ve düzenlenmesine izin veren ve döngüsünü kavrayabileceğimiz bir şey olarak gören bu çağın tiniyle çelişiyor. Eskiden ruhum dediğim şeyin hiç de benim ruhum olmadığını, ölü bir dizge olduğunu kabul etmek zorundaydım. Böylece ruhumla uzakta ve bilinmeyen bir şey olarak, benim sayemde var olan değil, sayesinde var olduğum bir şey olarak konuşmam gerekiyordu.
Carl Jung’un “Kırmızı Kitap”ta ruh kavramını nasıl yeniden değerlendirdiğini ve derinliklerin tini ile modern çağın tininin ruhu algılayışındaki temel farklılıkları bu paragrafta daha net anlarız. Jung’un içsel keşfi ve ruhla kurduğu yeni ilişki, modern çağın rasyonel ve nesnel yaklaşımlarını aşmayı ve ruhun bağımsız bir gerçeklik olarak kabul edilmesini gerekli kılmaktadır.
“Derinliklerin tini“, ruhu, yaşayan ve kendinde var olan bir varlık olarak algılar. Bu, ruhun bağımsız bir varlık olduğu ve bireyden bağımsız olarak kendi dinamiklerine sahip olduğu anlamına gelir. Bu bakış açısı, Jung’un ruhun insanın kontrol ve yargısına tabi olmayan, öznel ve bağımsız bir gerçeklik olduğu yönündeki anlayışını temsil eder.
Modern çağın tini, ruhu insana bağımlı, düzenlenebilir ve yargılanabilir bir şeydir. Bu, ruhun nesnel ve bilimsel analizlere tabi tutulabileceği anlamına gelir. Ancak, Jung’a göre, bu çağın tini ruhu sadece ölü bir dizgeye indirger.”Eskiden ruhum dediğim şeyin hiç de benim ruhum olmadığını, ölü bir dizge olduğunu kabul etmek zorunda kaldım” ifadesi, Jung’un önceki düşüncelerinin yanlış olduğunu kabul etmesidir. Ruh, ölü bir sistem değil, bağımsız bir varlıktır.
“Ruhumla uzakta ve bilinmeyen bir şey olarak, benim sayemde var olan değil, sayesinde var olduğum bir şey olarak konuşmam gerekiyordu” ifadesi, Jung’un ruhla yeni bir diyalog başlatma gerekliliğini belirtir. Ruh, bireyin sadece analiz edebileceği bir nesne değil, aynı zamanda bireyin varoluşunu mümkün kılan bir varlıktır.